Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ankara ve Kar...

Biz romantikler için kar, battaniye, romantik komedi ve sıcak çikolata eşliğinde camdan izlenecek bir eğlence idi. Bu seneye kadar... "8 mart 2011 Ankara Kar Felaketi" ' ni yaşamış olmamız bile bu seneye şaşırmamıza engel olamadı. Çok yağdı, çok çok yağdı bu sene. Bir kere erken çıkmamıza, bir kere ofiste kalmamıza, dün 3 saatimizi yolda geçirmemize, bugün de tatil yapmamıza neden oldu. Tatil bile eğlendirmedi açıkçası çünkü yarın ne olacak diye kara kara düşünmeye başladık. Zira dünden beri aralıksız yağan kar anca şu saatlerde biraz yavaşladı. Hava durumu siteleri bir saat içinde yine başlayacağını söylüyor. Yarın işe gidip gidemeyeceğimiz ise ancak yarın belli olacak. Umarım kararı yola çıkmadan verebileceğimiz bir durum olur. Çünkü yollar böyle zamanlarda gerçekten çekilmiyor. 12 yıldan fazladır Ankara' dayım. İlk kez karın "sefa" sı yerine "cefa" sını çektim. Ve şimdi doğudaki insanları daha iyi anlıyorum. Onların neredeyse yaşam şekli

PicSpeed Dünyası

Son zamanların en çok vakit geçirme şekli sanırım nette dolaşıp resimlere bakmak. Eğer telefonunuz Android uyumlu ise size çok güzel bir uygulama tavsiyem var. PicSpeed , inanılmaz bir masaüstü arşivi. Hergün onlarca resim ekleniyor. Resimler tamamiyle derleme. Her siteden resim bulabiliyorsunuz. Programın özelliği bunları başarı ile arşivlemesi ve cep telefonunuzdan size ulaştırması. Kategorilemesi çok başarılı, tarihe, temaya, renge göre kategorileme yapabiliyorsunuz. Favorilerinizi belirleyip bunu da kategorileyebiliyorsunuz. Benim favorim renklerine göre bakmak. Tabi bu uygulamada gezme süresince internet bağlantısının açık olması gerekiyor haliyle :)  Daha fazla bilgi için şurayı inceleyebilirsiniz. İşte seçtiğim bazı resimler ; 50 yıl sonra...

Hadi biraz dedikodu yapalım; 2012 Oscar Elbiseleri

Öncelikle bu bir moda bloğu değil anladığınız üzere. Ben de çok anlamam modadan. Öyle trendmiş, modacıymış vs. bilmem. Sadece gözüme güzel gelene bakarım. Uyuma bakarım. Ama bu halime rağmen ben bile 2012 Oscar Ödül Töreni' ndeki elbiselere kayıtsız kalamıyorum ve buraya not düşmek istedim :) Resimleri kaynak aldığım siteler (üzerlerine tıklayınca göreceksiniz) bu elbiseleri sınıflandırmış. İyisini, kötüsünü. Ama bunlar biraz da göreceli şeyler ya, ben sadece resimlerini koyup size bırakıyorum kararı. Bir de benim su yeşili hastası bir arkadaşım var, Zeynep . Buradaki tüm su yeşili elbiseler ona gelsin. :) Tüm derken farkettim ki tek su yeşili elbise varmış :( Neyse ben en beğendiğim iki elbise ile başlıyorum. Gözüme en şık gelen isimlerden birisi... Bérénice Bejo    Bir diğeri de bu. Daha canlı ama gayet zarif...Emma Stone    Tabi Emma Stone ile Nicole Kidman' ın hafiften piştisi sözkonusu ama Emma kesinlikle ağır basıyor. Kate Mara, o nasıl

Hayatın Renkleri #1 - Evim

Yaklaşık 4 gündür süren yatma sürecim işe yaramış görünüyor. Bugün birazcık ayaklandım. Sesim dehşet çıksa da kendimi o kadar kötü hissetmiyorum. Yani yavaş yavaş renk geliyor hayatıma...:) Pin It Pin It Pin It Pin It

Can boğazdan gelir...geçemez...

Atalarımız her ne kadar bu sözü "bol bol gıda alın, sağlıklı olun" anlamında dediyse de benim şu günlerdeki durumun için bu boğaz, gerçek anlamdaki boğaz. Yani anatomik olarak kafam ile gövdemi birleştiren kısım. Gerçekten şu aralar canımın oralarda bir yerde sıkıştığını hissediyorum zira kalbim oradan atıyor gibi. İki gün önce başlayan boğaz ağrısı ve gıcıklanma dün tavan yaptı. Öyle ki bugünü evde geçirmek zorunda kaldım. Demem o ki dostlar, hastayım, yazıyorum, görünmez hayalinle... :) Hasta olduğum zamanlar hep bir kararsızlık yaşarım. Her ne kadar her kafadan "dinlen" sesi çıksa da, yatınca daha çok hasta oluyormuş gibi hissediyorum. Ancak ayaklanınca da bir kaç saat sonra acısı fena çıkıyor. Dün sabah ayaklanma yolunda verdiğim karar, işten izin alıp evde yatmamla sonuçlanınca bugün de dinlenmeyi tercih ettim. Bakalım ne olacak. Geriye dönüp tüm kış boyunca aldığım vitaminlere bakınca, kendimi, sürekli atak yaptığı maçta, kontra ataktan gol yiyen

Şakacı sümbül

Son ana kadar yavruağzı rengi gibi gösterip pembenin en kralını açtı sümbülüm....:-)

Özlem' in enleri :)

Yasal Uyarı : bu bir mimleme operasyonuymuş... :) Çiço bana dokundu ve "elim sende" dedi .. Benim bunu hemen savmam gerek...:) İşte benim enlerim ; 1. En sevdiğin şeyler nelerdir, nelerden hoşlanırsın vb. Film, film, film..:) Genel anlamda spor, futbol, tenis, müzik, resim yapmak en sevdiklerim. Filmin ne olduğu çok önemli değil (kınamayın beni a dostlar, iyisini de ayırırız elbet). Her filme bir şans veririm, idare edenlere ikinci şansı da. Güzel bir filmse izlenebilitesi sonsuza kadar sürer. Futbol izlemeyi çok seviyorum. Daha çok İspanya, Almanya ve İngiltere liglerini izliyorum. Bizimki şifresiz olsa bile iki kere düşünürüm herhalde izlemeyi. Ama Beşiktaş ' ımın maçları kaçmaz. Tenisi geçen yıl keşfettim güzel spormuş, çok güzel spormuş hatta. Hissettiklerimi de  şu yazıda yazdım.  Genel anlamda spor müsabakalarına karşı bir kayıtsız kalamama durumum var. Voleybol, basketboll, bilardo, kayak ne olursa olsun ilgi ile izler, izlediğim kısmından b

Sözüm meclisten dışarı...

Bugünlerde kendimi bir garip hissediyorum, negatif, şanssız, yalnız ve huysuz..:) Depresifim yani. Hani MFÖ ' nün "Sakın Gelme" şarkısının sözlerini alıp neon ışıkları ile kafama taksalar yeridir. Biz kadınlar böylesi günlerde kendimizi alışverişte buluruz aniden. Hiç olmadı saçımızı başımızı değiştiririz. Ona da imkanımız yoksa evimizdeki mobilyaların yerlerini değiştiririz. Ben bulaşık yıkayarak çok rahatladığımı hatırlarım. Evet biraz manyakça belki ama tamamen zararsız...:) Hatta sonrasında oluşan "temiz mutfak" sizi ekstra mutlu ediyor. O kriz esnasında ocak da siliniyor, karşı fayanslar da. Neyse ben de bugünlerde kendimi bir garip hissediyorum işte. Para yok alışverişe çıkamıyorum. Saç desen hayatta yapmadığım şey sürekli rengini değiştirmek. Hatta sürekli orjinal rengine boyuyorum. Eee eşyalar desen evimde o kombinasyonu yapacak sayıda eşya bile yok :) Ben de sardım blog tasarımına...bir nevi can sıkıntısı benimkisi. Etrafımdakilere sa

Tecrübe...

Kışın, özellikle yünlü şeyler giydiğimizde oluşan elektriklenme çok uyuz bir şeydir. Sonrasında dokunduğunuz bazı şeyler sizi çarpıverir. Bu bir insan da olabilir, pencere de. Böyle günlerde ofisin penceresine hep bir tereddütle yaklaşırım. Hafif dokunmalarla elektrik çarpıp çarpmadığını kontrol ettikten sonra rahatça kolunu kavrayıp açarım. Bir kere başınıza geldiyse temkinli yaklaşıyorsunuz haliyle. Tecrübelenmişsinizdir. Tıpkı artık mp3 çalarımı, kulaklıkları takmadan önce açmam gerektiğini anladığım gibi. Dün serviste mp3 çalarımın kulaklıklarını kulağıma geçirip "Play" ' e bastığımda çıkan ses dehşetti. Bir önceki dinlememden kalma son ses birden vurdu kulaklarımı. Yanımda bomba patlamış kadar oldum. Tüm servis boyunca acaba kulaklarıma ne kadar zarar verdim diye düşünmeden edemedim. Bu da bana ders oldu. Artık takar mısın sen kulaklıkarı, açmadan. Böyle ufak şeyleri tecrübe edip hayata yansıtmak faydalı oluyor. Bir kere başınıza gelmeden öğrenemiyorsunuz

Travma

Oldukça sürükleyici, aksiyonu bol ama aynı zamanda dramatik bir öyküyü, harika bir kurgu ile anlatıyor Travma. Küçük yaşta yaşadığı bir travma sonucu konuşamayan, iç dünyasına kapanmış, bu sayede bazı sezgilerini geliştirmiş genç bir çocuğun hikayesini. Kahramanımız hapishaneden yazıyor hikayesini ve iki farklı zaman dilimini anlatıyor. Bir nevi paralel evrenler misali.  Birinci zaman diliminde nasıl böyle biri olduğunu, ikinci zaman diliminde ise nasıl hapishaneye düştüğünü anlatıyor. Bu kurgu biraz kafa yoruyor gibi olsa da kitaba sizi bağlıyor ve ara vermemenizin en önemli sebebi oluyor. Bu zaman dilimlerinde başından geçenleri okurken ağır travmanın izlerini görüyoruz. Nedenini kitabın sonuna kadar bize anlatmıyor. Bu da merakımızı her sayfada biraz daha arttırıyor. Sonunda bize o gizli kapısını açtığında ise ki bunu çok etkileyici bir şekilde yapıyor, nefesimiz kesiliyor, yutkunuyoruz. Özellikle psikolojik analizleri harika kitabın. Çocuğun iç konuşmaları, içinde

Klişe !

Dün Türk Sineması'ndaki sürekli tekrarlanan sahnelerle ilgili bir yazı yazmak istiyordum. " Türk Sineması Klişeleri" ' olacaktı adı. İlerde yazarım belki. Neyse, klişe kelimesinin tam karşılığına bakınca ilgim dağıldı. Klişe, yani kullandığımız anlamı ile "basmakalıp" aynı zamanda bir tür metal levha imiş. Üzerine çeşitli simge ya da resimlerin kabartma olarak işlendiği bu levhalar basım işlerinde kalıp olarak kullanılıyormuş. Düşününce mantıklı tabi. Benim bu Amerika' yı yeniden keşfedişlerim de komik oluyor ya neyse. Sürekli aynı şekli vermek için kullanılan kalıp ifadesi zamanla klişe tabiri ile dilimize de yerleşmiş. Bizim cümlelerimizde kullandığımız klişe' ise, geçmişte çok etkili olan durum veya fikrin, artık etkisini yitirmiş hali demekmiş. Yani klişe olması demek kötü ya da yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi, iyimiş, bir zamanlar etkiliymiş şimdi sadece etkisini yitirmiş durum oluyor klişe. Ama biz daha çok hafif hakaretimsi

Sarı vosvos...

Sanırım hayata dair yapılan en güzel benzetmedir yol. Yolun başındayım, yarısındayım, yolun sonuna geldim vs. vs. Ama sadece yol mudur acaba hayat? Sadece bizim ilerlememizden mi ibarettir? Yoksa aslolan o yolda nasıl ilerlediğimiz midir? Öncelikle bunları düşünmemi sağlayan sarı vosvosa selam olsun. Sabah işe gelirken her zamanki gibi camdan dışarıyı izleyip, ne olduğunu bilmediğim bir şey arıyordum. Güneşli olmasına rağmen renksiz bir gündü Arabaların renkleri tek düze, kıyafetlerimiz koyu ve renksiz, yollar yarı kar yarı çamur. Yani bu sabahı size renklendirsem sadece gri, kahverengi ve belki biraz da soluk yeşil kullanırdım. Ta ki yanımdan o sarı vosvos geçene kadar. Fosforlu diyebileceğim belirginlikte hafif yeşile çalan sarısı ile bir anda renk kattı sabahıma. Hani ders çalışırken kullandığımız sarı fosforlu kalem varya, öyle bir renk. Gülümsedim nedensiz. Bu sabah sanırım bu arabayı arıyormuşum dışarda dedim içimden. Yaşarken de hayatımıza böyle insanların girdiğin

Cüzdanıma mektup..!

Sevgili Cüzdanım, ben bunları yazarken, sen, tüm duygularımdan habersiz, çantamın içinde duruyorsun. Sana eğer şimdi biraz sitem edeceksem bil ki seni sevdiğimden, senden vazgeçemediğimdendir. Yeri geldi küçük bir çantaya koymak için çok hırpaladım, yeri geldi büyük çantaların içinde arayıp durdum seni. Evde unuttuğum o günü hatırlamak bile istemiyorum. İnanılmaz parasız kaldığım bir gün, kenarından, hiç hatırlamadığım bir 10 TL çıkarmıştın. Sen belki unutmuşsundur ama ben bu iyiliğini asla unutmayacağım. Hatırlar mısın, bir keresinde, bakkal "bozuk vericem" demiş ve bir sürü demir parayı elime tutuşturmuştu. Ben de o paraları sana sığdırmaya çalışmıştım. Patlamak üzereydin. Ne kızmışsındır o gün bana. Ama inan o günü hatırladıkça hala utanıyorum. Abiye giyindiğim günler, seni yanıma alamayınca, inan bana ben de mutlu olmuyordum. Bir yarım hep evde, seninle kalıyordu. Benim için ne kadar önemli olduğunu bir bilsen. E kolay değil, her şeyimi sana ema

Different Seasons (Kuşku Mevsimi)

Yıllar önce TRT2' de bir filme denk gelmiştim. Başını kaçırmıştım ama o zamanlar "başını kaçırdığım filmleri izlememe" hastalığına henüz tutulmadığım için izlemeyi sürdürmüştüm. Film, bir adamın hapishanedeki maceralarını anlatıyordu. "Ben bu filmi biliyorum" demiştim içimden. "Hayır hayır, ben bu öyküyü biliyorum tabi ya bu Rita Hayworth' u seven Adam " çığlığı yükselmişti içimden sevinçle çünkü öyküye bayılmıştım. Evet ülkemizde Esaretin Bedeli adı ile gösterilen mükemmel filmden bahsediyorum. Yani The Shawshank Redemption ' dan. İşte ben bu filmi izlemeden önce öyküsünü okumuş şanslı insanlardandım. Şimdi size o öykünün içinde bulunduğu kitabı, bir Stephen King şahaseri olan Kuşku Mevsimi' ni biraz anlatacağım. Bu da tarihe kayıt düşülsün zira kitap artık basılmıyor. Sahaflarda belki bulabilirsiniz. Orjinal adı Different Seasons olan Kuşku Mevsimi ilk kez 1983' te ülkemizde basılmış. İlk basımlarının içinde

Bitkiler ve insanlar...

Sümbülümüz, bu kara kışa, - 20 derecelere aldırmadan veriyor çiçeklerini :) (Dili ısır, maşallah de, bir taraflarını kaşı, vs. vs. ). Sümbüle bakınca yine derin düşüncelere daldım. İnsanlar da tıpkı bitkiler gibi bence. Bir tarafları dışarıda, etrafla iç içe, renkli ve canlı. Bir tarafları da toprağın altında, gizli, karanlık ama daha çok çalışan, daha çok düşünen adeta toprağın üstündekini var eden taraf. Kızınca, üzülünce, susuz, güneşsiz kalmış bir çiçek gibi soluyoruz. Ya da birileri bize iyi bakmayınca, ilgilenmeyince...:) Ama içimizde her zaman bir açma potansiyelimiz var. Yeter ki doğru koşullar sağlansın. Yeter ki, güneşimiz, suyumuz, ilgimiz, güzel sözümüz eksik olmasın. Kökleri ne kadar derine inerse, insan o kadar sağlam oluyor, rüzgara daha çok dayanıyor. Daha kolay ayakta kalıyor. Bazı insanlar tek yıllık çiçekler gibi. Çok derin değil kökleri. Yalancı baharları, canlı, rengarenk ama kısa ömürlü çiçekleri var. Harika görünebiliyorlar ama uzun dayanmıyorlar. B

Çok sıcaaakkkk... !!!!

Dün gece Ankara  - 21 derecemiymiş...hurafe onlar. İnanmayın, biz yanıyoruz burada.. (!!Q'!'^+%&=)... :)