Ana içeriğe atla

Babaannem ve evi


Erzurum' un karayolları yakınındaki toprak evlerden oluşan bir mahallede ömrünü geçirmişti babaannem. Daha 17' sinde, gelin olarak geldiği bu mahalleden ömrü boyunca hiç çıkmadı.  Onunla ve eviyle ilgili olan anılarım maalesef çok fazla değil. İki yılda bir, genelde yazları, birkaç haftalığına tatile giderdik Erzurum' a. Bir çok akrabamız olmasına rağmen, tatilimizin çok büyük bir kısmında o evde kalırdık. İnsan o yaşlarda hiçbir şeyi farketmiyor. Ne yaşadığı anın güzelliğini, ne insanları...hiçbir şeyi. Neyse ki "beyin" gibi mükemmel bir organa sahibiz de, yıllar sonra bazı şeyleri daha dünmüş gibi hatırlayıp, gülümseyebiliyorum.

Ne zaman babaannemi düşünsem o ev geliyor aklıma. Tamamen bütünleşmişti babaannem o evle. Ellerinde, bedeninde, zayıf ve erkenden belirmiş çizgili yüzünde o evin kattığı bir şeyler vardı. O evde onu eriten, bağımlılık yapan şey neydi bilmiyorum ama tüm mahalleyi sarmıştı. Tüm mahalle kadınları öyleydi. Bence sorun kesinlikle evlerdeydi. Dedem, imkanı olmasına rağmen inatla taşınmamıştı o evden. Babaannem de hayata inat o evdeki işleri yürütmekten vazgeçmedi. Onun hayata dair bir mücadelesiydi o ev. Belki de tek mücadelesi. Çekip çevirilmesi zor, toz toprak, suyu doğru dürüst akmayan o evler, bu ülkedeki kaç kadının hayatını emdi acaba? O evlerdeki aile yapıları, kaçının gülmeye bile utanmasına neden oldu?...Kimbilir.

Tüm mahalle, yukarıdan bakıldığında tek ve kocaman bir evmiş gibi görünüyordu. Bir evin çatısının bittiği yerde diğerininki başlıyordu.  O yaşlarda en büyük maceramız, çatılarından atlayarak evden eve geçmekti. Sanırım bunu eğlenceli bulan bir bizdik, bir de ev başında 2'şer tane düşecek kadar kalabalık nüfusa sahip kediler.

Mahalledeki tüm evlerin bir avlusu vardı. Kimisinin 4 kimisinin 20 metrekare. Taşların özensizce yerleştirildiği duvarların tek görevi avluları yoldan ayırmaktı. Bir koruma özelliği yoktu. Öyle ki o taşların düzensizliği kolaylık bile sağlıyordu tırmanmak isteyene. Aralıklarından içeriyi rahatça görebileceğiniz kadar rastgele çakılmış tahtalardan oluşmuş bir avlu kapısı vardı hemen hemen hepsinde. Avlusunda demir kapısı olan az sayıdaki eve "zengin evi" yaftası yapıştırılmıştı. Her kapının altında, avlu yıkanınca su dışarıya kolay aksın diye açılmış kocaman deliklere sahip beton eşikler vardı.

Kiler, tuvalet, 4 oda ve mutfak açılırdı babaannemin avlusuna. 4 metrekaresi hariç avlunun her yeri betondu. O küçücük toprak yere iki kavak ve bir kaç çeşit çiçek sığdırmıştı babaannem. Güneşte gölgesinden, çamaşır asarken gövdesinden yararlandık o kavakların. Bir de gece sessizlik çökünce yapraklarının yaptığı müzikten. Çocukken çok daha cesurmuşum. O eski ev, taş ve toprak karması olduğundan envai çeşit böceğe ev sahipliği yapıyordu. Ne o koca ayaklı minik gövdeli örümceklerden, ne de ansızın her yerden fırlama ihtimali olan kedilerden şimdiki kadar korkmuyordum. Algı arttıkça korku büyüyor mu ne...? Korkmak bilmekten geliyor sanırım. Sonuçlarının ne olacağını bilmekten, canının ne kadar yanacağını bilmekten.

O kediler bizim en büyük eğlencemiz, babaannemin ise en büyük çilesiydi. Dedemin kasap olmasından dolayı evde kedileri çekecek çok şey vardı. Babaannem terliklerini, giymekten çok kedilere atmaktan eskitmişti. Biz eğlenirdik, çünkü kediler bizim en büyük bahanemizdi. Kasap torunu olmak zor zanaat. Dedem akşamları evde et pişirilmesini neredeyse yasaklamıştı. Varsa yoksa ıspanak, semizotu, kabak ya da mevsim neye izin veriyorsa ondan pişiriliyordu. Ama biz çocuktuk,  bizi bunlarla kandıramazlardı. Babaannem kandırmak bile istemezdi. Yemek yerken ansızın mutfağa gider,  bana "Özleeem gel şu kediyi kovala, yine kilere girmiş", ya da abime "yetiiişşş" diye feryat edermiş gibi seslenirdi. Az oyuncu değildi babaannem. Giderdik ki mutfakta iki dakikada ızgara edilmiş köfteler bizi bekliyor. Çocukken öğrenmiştik, yasak daha bir tatlıydı. Nadiren sofralara gelen köftelerden öyle tat almazdık. Dedem de farkındaydı sanırım evinde dönen bu oyunların ama bize çaktırmıyordu.

Zaten dedem akşam yemeğinden hemen sonra TRT1 deki haberleri, akabinde de hava durumunu izler uyurdu. Ender olarak hemen kafasıının üstündeki rafta duran radyodan türkü dinlerdi.  Sabah 4 de kalkıp onun deyimi ile "meydana mal bakmaya" gideceğinden erkenden yatardı. O yatınca ev, gerilimden kurtulmuş bir tel gibi gevşerdi. Sonuçta erkek egemen bir evdi. Dedem "höt" dedimi evdeki herkes (kediler de dahil olmak üzere) olduğu yerde zaman durmuş gibi donardı. Öyle bir disiplin anlayışı vardı işte.

Evdeki kişilik durumu ikiye ayrılırdı. "Dedemden önce" ve "dedemden sonra". O yattıktan sonra herkesin gerçek kimliği ortaya çıkardı. Abim ve kardeşim şakalaşmalarını daha bir yüksek sesle yapardı. Babam ve babaannem "Cigara" larını yakardı. Avluda serin yaz gecelerinde onlar cigaralarını içerken annem ve biz akşam bulaşığını hallederdik. O evin ceremesi çoktu diyorum ya, birisi de suların öğleden sonra kesilmesi idi. Sabahları, akşama hazırlık olsun diye bir sürü kap su doldurulurdu. İşte akşam bulaşığını o koca koca kaplardaki sular sayesinde yıkardık. O sular ve Mintax ile :)

Sabah erken kalktığımızda dedem çoktan gittiği için evdeki akşamdan kalma gevşek hal devam ederdi. Babaannem hariç tabi ki. O, erkenden kalkmış, avluyu yıkamış böylece kahvaltıya kadar kurumasını sağlamış, ehramına sarınıp bakkala gitmiş gelmiş olurdu. Biz de hep ona yetişemedik diye hayıflanırdık. Yok yok babaanneye yardım olsun diye değil. Onunla giden leblebi tozunu kapardı. Bizim derdimiz oydu. Her halükarda içindeki asker abimin olurdu orası ayrı. Çok ender erken kalkar, babaanneme avluyu yıkamasında yardım edersem söylenirdi bana "sen tatildesin, çok iş yapma" diye .

Kahvaltıda envai çeşit dedemin yasakladıklarından yenirdi. Benim favorim ciğer kavurmasıydı. Abim, evin ilk torununa verilen mevkii ile şımarıklık yapıp taze yapılmış şeyler isterdi. Babaannemin bir kere mızmızlandığını görmedim. Hemen kalkıp anında cızbız köftesini yapıverirdi (akşam köfte, sabah köfte, dedem haklıymış valla). Karınlar doyup da gevşeyince babaanem, halı yastıklara sırtını verip, cigarasını, koyu çayını ve kırmızı acı akide şekerini aldı mı yanına herkes bilirdi ki onun keyif saatiydi. Hayatı boyunca böyle anları toplasam kaç gün ederdi acaba?

O avlu evin herşeyi idi. Avludaki çamaşır günlerini, börek çörek yapma günlerini, o kalabalığı hala gözümün önüne getirebiliyorum. Hem herşeye yeten, hem de hiçbir şeye yetmeyen minnacık bir alan . Annem ve halam unlu elleri ile kete açarken benim görevim, olay yerine kedilerin gelmesini engellemekti. Çamaşır günlerini sevmezdim ama. Çünkü çamaşırlar kuruyana kadar tüm avlu kullanılmaz hale geliyordu. Kumaştan başka bir şey görünmüyor, o sabah orada kahvaltı yapılmıyordu.

Haa bir de girmemizin yasak olduğu bir misafir odası vardı. Her an tütün kolonyası kokan, bordo koltuklara bir de koyu yeşil kadife bir kanapenin eşlik ettiği özel oda. Duvarında şu her yerde olan duvar halılarından vardı. O oda bizim için gizemdi ve girdiğimiz zamanlar kendimizi çok önemli bir yere giriyormuş gibi hissederdik. Her daim tertemizdi. Babaanemin bir avuç çeyizi de o odada seriliydi. Babaannemin sınırlarını koyduğu tek alandı orası. Onun olan. Ondan olan.

Uçsuz bucaksızmış gibi görünen bir de kiler vardı. Önce içeride kedi var mı diye kontrol edilirdi her girildiğinde. Bir sürü kavanoz, patates soğan çuvalları, gaz lambası, ıvır zıvır. Aklınıza ne gelirse orada saklanıyordu.  İşte babaanemin varlığını bile unuttuğu gramofonu o kilerde bulmuştum birkaç taş plakla birlikte. Temizleyip de o gün gramofonu avluda çaldığımda, babaanemin yüzünde alışık olmadığımız bir gülümseme vardı. Kim bilir geçmişindeki hangi anıya tutunmuştu.

Ha bir de o evde, babaannemle izlediğimiz türk filmlerini unutamam. Daha doğrusu babaannemin filmlere verdiği tepkileri. Siyah beyaz  televizyonu ara ara bozulunca babaannem elinden bebeği alınmış çocuk gibi olurdu. Dış dünyayla tek bağlantısı oydu. Bir de o zamanlar mavimsi plastik bir ekran takılırdı. Nedir adı bilmiyorum. İşte o ekrandan bize selam çakan Erol Taş, az laf yememiştir babaannemden. Hayata karşı dolmuşluğunu Erol Taş ve Aliye Rona üzerinden boşaltıyordu babaannem. Bu da onun "terapisi" idi.

72 yaşında çıktı babaannem o evden. Hastaneye. Oradan da dönmedi bir daha. Bir kaç ay sonra şu anılarını anlattığım evin yerinde bomboş bir arazi vardı. Yıllar sonra oraya gidip de o evi hayali olarak tekrar o araziye kondurmuş, avlusundaki kahvaltı kalabalığını gözümde canlandırmıştım...O ev, o hava, babaannem, benim en huzur bulduğum şeylerdenmiş. O zamanlar bilincinde değildim. Çocuktum. Şimdi düşünüp anlıyorum. Babaannemin bize, hayata olan fedakarlığını. Karşılıksız sevgisini. Eminim o araziye, öyle anılarla bakarken yalnız değildim. Hala değilim...



Resim kaynak

Yorumlar

  1. çok duygulandım ben ne güzel bir yazı olmuş :) iyiki anılar birikiyor :) yüreciğine sağlık canım :)

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim canım. Ben de yazarken duygulandım.:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sünger Bob ve Patrick... :)

Bir taş boyama daha tamamlandı. Hem zaman güzel geçti hem de minik bir kalp mutlu edildi (yani umarım...). :)))

Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar ?

Üçüncü etamin işimi de bitirdim. Aslında örnek aldığım fotoğrafta bu kuşlar 4 tane idi ve kalp şeklinde kuyrukları vardı. Ancak hem benim kasnağıma sığmadığı, hem de fazla kalabalık durduğu için ben biraz değiştirdim. Ha bir de göbekleri beyazdı, ben kendi renklerinin açık tonlarını tercih ettim. Bu hali bence daha güzel oldu. Son bir adım kaldı. O da çerçeveletmek. Noel Babayı da henüz çerçeveletmedim. Çerçeveciyi ihya edeceğim bu gidişle. Puzzle, etamin derken bir sürü şeyi biriktirdim çerçeveletmek üzere.  Şimdiki projem bir doğum günü hediyesi :) Hadi bakalım. Bir işe başlamak, o işin yarısıdır derler...  Güm güm...   Göbekleri de doldurduk mu, tamamdır...  Favorim...

Sid' in İntikamı...

Nasıl ki Star Wars serisinin en dramatik ama en sevdiğim bölümü "Revenge of the Sith" ise, şimdiye kadar yaptığım en zor kanaviçe de bu oldu ( Cümleyi toparlayana bir yastık hediye edeceğim :)) ) . Kısaca anlatmak istiyorum hikayesini.... Her şey arkadaşıma doğum günü hediyesi projemle başladı. Ona bir şeyler işlemek istiyordum ama sevdiği bir şey olsun diye düşündüğümden ağzını aramaya başladım. Bir muhabbetin ortasında,  Ice Age' deki Sid' i çok sevdiğini öğrendim. Tamamdır dedim, Sid' i işleyeceğim. Oturdum bilgisayar başına Sid şablonu arıyorum. Kesin vardır diye de anlamsız bir özgüvenim var. Ama yok, yani istediğim gibi yok. Ya küçük ya da aradığım gibi değil.  Tabii ben ümitsizliğe kapıldım ve başka bir şey yapayım bari girişimlerine başladım ama aklım kaldı Sid'de. İçimdeki "yapabilseydim çok güzel olacaktı" sesleri baskın çıktı ve şablonunu kendim çıkarmaya karar verdim   Önce bir Sid fotoğrafı buldum. Sonra onu