Ana içeriğe atla

Sesimi duyan var mı?



17 Ağustos 1999' u kim unutabilmiş ki, ben unutayım. O sabah ailece Erzurum' a gidecektik. Babaannem çok hastaydı ve hepimiz dışımızdan söyleyemesek de onu son kez görmeye gittiğimizi biliyorduk. Zaten gün bizim için karanlıktı. Üstelik gece elektrik kesilmiş ve uzun süre gelmemişti. Ne olduğunu anlamamıştık. Sonra sabahın erken saatlerinde pilli bir radyodan bir deprem haberi aldık. "40 ölü" diyordu radyodaki ses ve ben içimden "offf ne kadar çok kişi ölmüş" demiştim. Bir hafta sonra bu rakamın 30 bin olacağını nerden bilebilirdim ki.


Yaklaşık 20 saatlik otobüs yolculuğu boyunca herkes radyoya kulak kesilmişti. Kurtarılan canlarla mutlu olup, ölü sayısı güncellendikçe mutluluğumuzu yolda bırakıyorduk. Saniye başına geçtiğimiz yol çizgisi kadar hızlı bir şekilde artıyordu ölü sayısı. Durduramadık... Yol bitti, kötü haber bitmedi. Yine de ufacık bir çocuğun kurtuluş haberi ferahlatıyordu yüreğimizi. Gözlerimiz doluydu ama gözyaşının niteliği gelen habere göre anında değişiyordu.
Benim 30 küsür yıllık ömrüme sığdırdığım en büyük felaketti bu deprem. Daha önce bu ülke çok badireler atlatmıştı ama ben tanık olmamıştım. Tanık olmak çok başka bir şey. Okumaya, izlemeye benzemiyor. Hissediyorsun. TV de gördüklerinin gerçek olduğunu biliyorsun. Tarihe tanıklık ediyorsun.

Tabi ki ülkem bu acıyı yaşarken bir yandan da tipik felaket klişeleri yaşandı.  Yardım tırları soyuldu, çadırlar kayboldu, yıkımda yaptığı binaların çoğu yıkılan ismi lazım değil kişiler ülkeyi terketti, komplo teorileri aldı başını yürüdü. Yine de bireysel olarak herkes birkaç canın daha kurtulmasından başka haber görmek istemiyordu.

Çok acı sahnelere tanık olduk. Çok acı fotoğraflar gördük. Mucizeler de vardı. Ölüm ne kadar kalleşti ki, uykuda yakalamıştı herkesi ve Yaşam ne kadar güçlüydü ki, bir hafta sonra bile kücücük bir çocuk çıkabiliyordu enkazın altından.


30.000 bin ruh karıştı o gece gökyüzüne. Hepsinin bir hayatı, işi, ailesi vardı. Kimi sabah giyeceğini koymuştu uyumadan önce yatağının yanına, kimi bir işini ertesi güne ertelemişti "yarın yaparım" diyerek. Kimi ertesi gün yayınlanacak filmi bekliyordu. Kimi maçı. Kimisi sabah olsa da sevgilimle konuşsam diyordu. Kimisi de uyuyan çocuğuna hayali bir öpücük kondurup, ertesi gün gerçeğini yaparım diyerek uyudu. Sabah ola hayrolaydı değil mi. Olmadı. Onlar için sabah olamadı....

Bu günleri hatırlamak, depresif bir moda girmek değil aslında. Sabahınıza siyah rengi sokmak da değil. Tam tersi, ölüm omzunuzun üstünden size sinsi sinsi gülümsüyorken, yaşamınızın kıymetini bilin, şu an şikayet ettiğiniz basit şeylere şükredin diye var bu acılar.

Her ölüm bize bir mesaj bırakıyor ...YAŞA.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sünger Bob ve Patrick... :)

Bir taş boyama daha tamamlandı. Hem zaman güzel geçti hem de minik bir kalp mutlu edildi (yani umarım...). :)))

Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar ?

Üçüncü etamin işimi de bitirdim. Aslında örnek aldığım fotoğrafta bu kuşlar 4 tane idi ve kalp şeklinde kuyrukları vardı. Ancak hem benim kasnağıma sığmadığı, hem de fazla kalabalık durduğu için ben biraz değiştirdim. Ha bir de göbekleri beyazdı, ben kendi renklerinin açık tonlarını tercih ettim. Bu hali bence daha güzel oldu. Son bir adım kaldı. O da çerçeveletmek. Noel Babayı da henüz çerçeveletmedim. Çerçeveciyi ihya edeceğim bu gidişle. Puzzle, etamin derken bir sürü şeyi biriktirdim çerçeveletmek üzere.  Şimdiki projem bir doğum günü hediyesi :) Hadi bakalım. Bir işe başlamak, o işin yarısıdır derler...  Güm güm...   Göbekleri de doldurduk mu, tamamdır...  Favorim...

Sid' in İntikamı...

Nasıl ki Star Wars serisinin en dramatik ama en sevdiğim bölümü "Revenge of the Sith" ise, şimdiye kadar yaptığım en zor kanaviçe de bu oldu ( Cümleyi toparlayana bir yastık hediye edeceğim :)) ) . Kısaca anlatmak istiyorum hikayesini.... Her şey arkadaşıma doğum günü hediyesi projemle başladı. Ona bir şeyler işlemek istiyordum ama sevdiği bir şey olsun diye düşündüğümden ağzını aramaya başladım. Bir muhabbetin ortasında,  Ice Age' deki Sid' i çok sevdiğini öğrendim. Tamamdır dedim, Sid' i işleyeceğim. Oturdum bilgisayar başına Sid şablonu arıyorum. Kesin vardır diye de anlamsız bir özgüvenim var. Ama yok, yani istediğim gibi yok. Ya küçük ya da aradığım gibi değil.  Tabii ben ümitsizliğe kapıldım ve başka bir şey yapayım bari girişimlerine başladım ama aklım kaldı Sid'de. İçimdeki "yapabilseydim çok güzel olacaktı" sesleri baskın çıktı ve şablonunu kendim çıkarmaya karar verdim   Önce bir Sid fotoğrafı buldum. Sonra onu